Bugün pek çok kişinin bildiğinin aksine “Yılbaşı” tabiri, Osmanlı
Sarayı’nda da anılan ve imparatorluk topraklarında da tesiri
küçük yahut büyük olmakla hissedilen bir varlığa işaret
ederdi. Kaynaklar, Sadrazam ve Şeyhü’l-İslam gibi ileri gelen
devlet adamlarının padişahın yeni yılını tebrik etmek için
huzura kabul edildiklerini, saraylılardan yahut saray dışında
olan şairlerin yeni yıl münasebetiyle padişaha ve valide
sultana şiirler, tarih beyitleri takdim ettikleri görülmektedir.
Malum olduğu üzere yılbaşı tabiri herhangi bir takvimin son günü ile ilk günün kavuşumunun müjdesini ve ziyadesiyle de ilk gününü ifade etmektedir. Dolayısıyla yılın ilk günü hangi takvime ait olduğunun geçmiş yüzyıllarda varlık gösteren insan toplulukları için pek büyük bir kıymeti yoktur. Esas olan durum, matematiksel hesapların doğruluğu ile oluşturulmuş bir takvimin ortaya konulması olmuştur. Nitekim mühim olan yeni bir yılın başlangıcının ilanı olduğundan, bu tarih, geleneksel devamlılıkların ötesinde dünya genelinde kabul görmüş olan ve esası Hristiyan âlemine ait görülse de insanlık tarihin gelişimi doğrultusunda nihai hâlini alan “Miladî Takvim (Gregoryen Takvimi)”e göre 31 Aralık’ı 1 Ocak’a bağlayan gecedir.
Hangi takvim, hangi yılbaşı?
Osmanlı İmparatorluğu’na gelince, imparatorluk tarihinde 19. yüzyılın ikinci çeyreğine kadar tüm düzenlemelerde tek başına esas alınmış olan “Hicri Takvim”in ilk ayı yani “Muharrem”in ilk günü “İmparatorluk Resmi Yılbaşısı”dır. Lâkin “1 Muharrem”in Hicri Takvim’in yılbaşı olması meselesi sanılanın aksine Hz. Muhammed’in 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicretinin ardından doğrudan Hz. Peygamber’in işareti ile ortaya çıkmamış, Hz. Ömer’in halifeliği esnasında, hicretten on altı yıl ve Peygamber’in vefatından (632) altı yıl sonra (638) devlet işlerinde resmi bir takvime duyulan ihtiyaç sebebiyle benimsenmiştir. Hz. Ali’nin takvimin başlangıç senesi olarak Hz. Peygamber’in hicretini; vahyin ilk iniş tarihini; vefat tarihini teklif etmiş; orada hazır bulunan Hz. Osman ise Hz. Peygamber’in Medine’ye ulaştığı ay olan Rebî‘ü’l-evvel ayı yerine Muharrem ayının ilk ay olarak kalması hususunda ısrar etmesiyle nihayet “622 başlangıç tarihi ve Muharrem ayı başlangıcı ile Hicri Takvim” resmen kabul edilmiştir. Hicri Takvim, ay yılı esasına göre düzenlendiği için Avrupa ile kurulan münasebetlerde bilhassa da 19. yüzyılda sık sık sağlanan ekonomik temaslarda önemli bir problem yarattığı âşikâr olup, artık önlenemez bir hâl alınca Tanzimat Devri’nde, 13 Mart 1840 milâdî tarihi, 1 Mart 1256 Cuma günü olarak “Rûmî Takvim”in yılbaşısı kabul edilmiştir. Bu tarihten sonra imparatorlukta Hicri ve Rûmî takvimler aynı anda kullanılmaya, devlet evrakında ve diğer yayınlarda çift takvim üzere iki tarih atılmaya başlanılmıştır. Bu sebepledir bahsi geçen Rûmî Takvim’in ilk ayı olan 1 Mart’ın önce imparatorluğun ardından da cumhuriyetin mali yılbaşısı olarak kullanılması 1983 senesine kadar devam etmiştir. Bununla birlikte gelir beyânnâmeleri hâlâ 1-31 Mart tarihleri arasında verilmeye devam etmektedir.
İmparatorlukta yılbaşına dair birkaç husus
Bugün pek çok kişinin bildiğinin aksine “Yılbaşı” tabiri, Osmanlı Sarayı’nda da anılan ve imparatorluk topraklarında da tesiri küçük yahut büyük olmakla hissedilen bir varlığa işaret ederdi. Yukarıda, Sultan II. Abdülhamid’in sevgili kızı Ayşe Sultan’ın kaleminden çıkan satırlar, yılbaşının hususiyetleri hakkında oldukça kısa bir bilgiyi ihtiva etmektedir. Bununla birlikte Osmanlı tarihine ait olup bilhassa 18. yüzyıldan itibaren takip edilen kaynaklar, yılbaşının gelişinin Osmanlı Sarayı için büyük bir töreni yahut masrafı beraberinde getirmediğini göstermektedir. Kaynaklar, Sadrazam ve Şeyhü’l-İslam gibi ileri gelen devlet adamlarının padişahın yeni yılını tebrik etmek için huzura kabul edildiklerini, saraylılardan yahut saray dışında olan şairlerin yeni yıl münasebetiyle padişaha ve valide sultana şiirler, tarih beyitleri takdim ettikleri görülmektedir. Meselâ Lale Devri’nin (1718-1730) meşhur şairi Nedim, Sultan III. Ahmed’in yeni yılını tebrik etmek için bir defasında “Yazıldı İlahi kudret kalemi ile feleğe/âleme bu tarih, kutlu olsun padişahıma yeni senesi” mealindeki şu beyti takdim etmekten geri durmamıştı: “Yazıldı hâme-ı kudretle çarha bu tarih, Mübârek ola şâhinşâha Mâh-ı sâl-ı cedîd” Sadrazam’ın âdet üzere saraya gönderdiği yılbaşı tebriknâmesine, padişahların “Benim Vezîrim! Hak Te‘âlâ cümleye mübârek eyleyüp, emsâl-i kesîresiyle müşerref eyleye, âmin. (Benim Vezirim. Allah hepimize mübarek eylesin. Daha nicelerine eriştirsin, âmin.)” şeklinde cevap verdikleri görülmektedir. 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Hicri yılbaşı münasebetiyle Silahdâr Ağa, Çukadar Ağa, Rikâbdâr Ağa, Hasodabaşısı başta olmak üzere saray ileri gelenlerine hil‘at (=kaftan/ üstlük) akçeleri verilmesi âdet olup; yine devlet ileri gelenlerinin padişahı ziyaretleriyle birlikte gerçekleşen resmi kabulün ardından, iade-i ziyaret maksadıyla padişahın da bizzat Bâb-ı Âlî’yi (devlet dairelerini) ziyaret ettiği; gerek saraydaki kabulü gerekse ziyaretleri esnasında âdet olduğu üzere “Muharremiyye” adı verilen ihsanların lâzım gelenlere protokol defterleri gereğince verildiği; cami ve mescitlerin içlerinin ve şerefelerinin kandillerle aydınlatıldığı anlaşılmaktadır. Padişah sadece Müslüman tebaanın değil aynı zamanda gayr-i Müslim tebaanın da koruyucusu olduğu için Hicrî yılbaşının dışında Milâdî yılbaşını da gözetirdi. Bu sebeple Hristiyan hükümdarların yeni yılı yazılı olarak tebrik edilir, gerekli hâllerde hükümdar ve ailesinin hediyeleri gönderilirdi. Bazı kere ise İstanbul’da bulunan ileri gelen temsilcilere de hediye gönderildiği olurdu. Padişahtan nakdî bir hediye olmak üzere yılbaşı yortuları sebebiyle muhtelif cemaatlerin partikhanelerine Atiyye-i Hümâyûn gönderilmesi, bu hediyenin karşılığında cemaat başlarının teşekkürnâmelerini padişaha takdim etmeleri de yerleşmiş bir kaide olduğu; bu sebeple hapishanedeki gayrimüslimlerin Hz. İsa’nın doğumu ve yortularını aileleriyle geçirmeleri için geçici olarak tahliye edildikleri; gayr-i Müslim öğretmenlerin de Hristiyan öğrenciler gibi paskalya günleri ve yılbaşında okula gelmemelerinin karar dâhilinde bulunduğu; yortu ve yılbaşı öncesinde gayr-i Müslimlerin bu süreçleri huzur içinde tamamlamaları maksadıyla ilgili yerlere talimatlar verildiği ve sonrasında da bu huzurun sağlandığına dair raporların istenildiği gibi hususlar arşiv belgelerinde takip edilebilmektedir.
Baloya buyurmaz mısınız?
Her ne kadar Tanzimat Fermanı 1839’da ilan edilmiş ve Rûmî Takvim bunu takiben ortaya çıkmış ise de Osmanlı İmparatorluğu idaresinin Hristiyan âleminin yılbaşısına ilgisi çok daha önceden ortaya çıkmıştı. 1829 yılında İstanbul’da ikamet eden İngiliz elçisinin Haliç’te bulunan bir gemide tertip ettiği balonun davetlileri arasında, Osmanlı İmparatorluğu’nun ileri gelen devlet adamları hatta Serasker Hüsrev Paşa dahi bulunmuştur. Yatsı namazını Tersâne-i Âmire Dîvânhânesi’nde kıldıktan sonra, sandallarla balo gemisine çıkan davetliler sabaha kadar buradaki eğlencelere iştirak etmişlerdir. Hemen ertesi gün Serasker Hüsrev Paşa’ya gemideki balonun nasıl bir şey olduğu bir vesileyle sorulduğunda “Az vakitte çok hazırlık yapmışlar. Biz baloda yapılanları bir ayda düzenleyemeyiz. Gerçi kâfir işi, fakat ne çare? Devletçe bir şey oldu, katılmak lüzûm etti.” şeklindeki cevap verdiği hâlde, II. Mahmud’un huzuruna çıktığında eğlenceleri şâhâne bir dil ile tarif ederek övmekten geri durmamıştır. Sultan Abdülmecit ise bu baloyu dışarıdan dinlemek yerine bizzat görmek için Fransız elçisi tarafından düzenlenen yılbaşı balosuna gitmiş ve pek memnun bir hâlde sarayına dönmüştü.