Rönesans’ın en sağlam sütunu olarak anılan Leonardo Da Vinci, insanı her şeyden üstün tutan, onu evrenin tam orta yerine koyan, ona kendinden sonra asla verilmeyecek olan değeri veren nevi şahsına münhasır bir ölümlüydü. Bunu tabiri caizse her “çatlak” icadında göstermişti. Örneğin, mutfağı temizleyen kadın yerine iki öküz tarafından döndürülen karasaban misali bir alet icat etmişti. Fakat, mutfakta dönüp duran iki öküz elinde kovası ve süpürgesiyle dolanan yaşlı bir kadından çok daha fazla yer kapladığı ve mutfak çalışanlarına çok daha az sempatik geldiği için olsa gerek bunu hiç denemeyi düşünmemişti. Ustaların ustası, müziğin mutfak için en az temizlik kadar farz olduğunu ısrarla beyan ederek kendi kendine çalan bir davul projesi bile geliştirmişti. Her şey insan içindi. Mutfakta bir aşçıbaşı değil bir mucit vardı... Başarılı Yazar Özlem Kumrular Leonardo’nun mutfakla ilişkisini anlattı.
Leonardo bir deli değilse neydi? Mutfakta da başka bir boyutta işliyordu zihni. Çılgın peçete katlama şekilleri tasarlayan, bunlardan kuşlar, çiçekler, saraylar yapan bir sanatkar, değişik odunlar yakıp her birinin ne kadar zamanda yandığını ölçüp biçen bir bilim adamı, insan gücünü ziyan etmek yerine bu işleri hayvanlara yaptırmak üzere aygıtlar yaratan bir mucit, sebzelere ve renklere aşık bir aşçı... Bademleri ezip Toskana güneşinde kurutan, onları şeker ve jelatinle harmanlayıp akıl sır ermez maketler yapan da oydu, içme suyundaki kurbağaları ayıklamak için bir makine tasarlayan da... Kurbağalar şuursuz kalana dek kafalarına vuran bu aygıt da, Sultan’ın şehrinde Konstantiniyye’yle Galata’yı su altından birleştiren bir tünel gibi hiç hayata geçirilememiş, parşömenler üzerinde mürekkebi solana dek kalmıştı.
Saraydaki maceraları
Leonardo’nun varını yoğunu sanata ve bilime su gibi akıtan Milano senyörü Ludovico il Moro’nun sarayında mutfak ve seremonilerden sorumlu olarak geçirdiği yılları anlatan Kumrular şunları söyledi: “Leonardo, fırçasını resimlere saklamaya devam ederken, bıçağıyla tabaklar içine ne tablolar yapmış, ne renkleri kertmişti masa üzerinde. Ama herkes onunki kadar pırıltılı bir yaratıcılık gücü önünde el pençe divan durmayı kabul etmemişti. Mağripli gibi esmer olduğu için “il Moro” lakabıyla anılan Ludovico’nun zengin mutfağında ter döken aşçılar Leonardo’nun tasarladığı sebzeleri heykeltıraş gibi oymak zorunda kalmadıklarını beyan ederek ayaklananınca o da sonunda Milano’dan heykeltıraş çağırmakta bulmuştu çareyi. O, kiliselerde mihrabın arkasındaki heykeller yerine, badem ezmesinden devasa dünyalar yapmayı arzuluyordu hep. Eksantrik, fantastik hülyalarını sebzeler, meyveler ve badem ezmesiyle canlandırmayı, fırçasıyla insan sureti çizmeye tercih ediyordu. Lâkin payitaht sahibi prensler onu bir hezeyan olarak yaşadığı mutfaktan uzak tutmak, en azından kısa bir süre de olsa bir nefes alabilmek için onu sevgililerini tablolarda ölümsüzleştirmek misyonuyla uzaklara gönderdiler. O tüm ruhunu çalan mutfağa bir an önce dönebilmek için kendisine verilen fırça görevlerini fazlasıyla yerine getirerek kendini yeniden Ludovico’nun sarayına attı.”
Başına dert olan şölenler organize etti
Leonardo, kule şeklinde bir el değirmeninden devasa bir bıçağa kadar insan aklının üst eşiğini zorlayan ilginç tasarımlara boğdu Milano senyörünün mutfağını. Ama zaman zaman mutfakta doğan icatlar hayatlarına başka mekanlarda devam ettiler. Aynı ilk çalıştırıldığı gün mutfakta çalışan üç kişiyle yetinmeyip üç de bahçıvanın hayatına son verdiği için Ludovico’nun fikri üzere işgalci Fransız birlikleri karşısında kullanılmaya başlayan devasa bir bıçak gibi... Leonardo’nun mutfaktaki kudretiyle, Ludovico’nun sarayının hiç şahit olmadığı şölenler içinde boğulduğunu anlatan Kumrular, şunları söyledi: “Bir keresinde sarayın avlusunu perilerden bir cennete çevirmişti. Hizmetçilere de bu büyük tiyatroda çetrefil işler düşmüştü. Kimileri vahşi hayvan kılığına girmiş, kimileri de devasa kuş kostümleriyle Leonardo’nun icat ettiği görünmez bir ip sistemiyle havadan hizmet etmişlerdi davetlilere... Ludovico’nun asil misafirleri masaları arasında dolaşan akrobatlar, ateş yiyen ateşbazlar, cüceler, göbek dansçıları arasında en enfes tatları damaklarında hissetmişlerdi. Ya o altı metre yüksekten sularını saçan şelale! Pervaneler gibi dönen devasa gezegenler ve havada yayılan kocaman bir fil! Dış dünyadan gelip bu rüya alemine girerken Leonardo’nun avlunun orta yerine dikmeyi uygun gördüğü mısır bulamacından bloklar aralarında ceviz ve kuru üzüm yerleştirip renkli badem ezmeleriyle süsleyerek inşa ettiği şekerden bir sarayın kapısından geçmişlerdi. Sonra da pek tabii bu nefaseti yiyeceklerdi. Leonardo bu sefer hesaplarında yanılmış, pasta pare pare midelere gitmeye başladıktan sonra kalanlar sarayın avlusunda uçsuz bucaksız bir pasta çöplüğüne dönüşünce davetliler beline kadar şeker ve badem ezmesi çukuruna gark oluvermişlerdi. Zavallılar saraydan çıkabilmek için kendilerine yol açacağım diye akla karayı seçmişlerdi. Bütün fareler üşüşünce mekânı bu aç saldırgan yaratıklardan temizlemek günler almıştı.”
Spagetti'nin mucidi
Tek bir bedende bir ordu yaşatan Vinci’li deli, o beyaz sakalının altında hünerlerini konuşturduğu ressam, heykeltıraş, mimar, müzisyen, yazar, tasarımcı ve mühendis kimliğiyle en aklıselim sahibi kulları bile raydan çıkarmıştı. “Bıyık altından o herkesten fazla mesai yapan zekasına ve bu parmak ısırtan zekanın doğurduğu çocuklara gülenlere saymazsak, hemen hemen herkes ister istemez onun gereğinden fazla sıradışı bir hayal gücüne sahip olduğunu kabullenmişti” diyen Kumrular, Leonardo’nun mucidi olduğu spagettin’in hikayesini şöyle anlatı: “Leonardo, “Spago mangiabile”sini, yani yenilebilen kordonlarını icat ettiğinde sayısız ülkede, sayısız insanoğlunun bu insanı kendine müptela eden çubuklarla besleneceğini hayal bile edemezdi. Yani spagettiyle! Ne de iki ekmek parçası arasına et parçası koyup “sürprizli ekmekler” olarak vaftiz ettiği sandviçin şanını iskambil oynarken onu yemek yiyerek zaman kaybetmekten kurtardığı için bu ekmekçiklerin tiryakisi olan Earl Sandwich’e bırakacağını... En az La Giacondo kadar inanmıştı Leo bu paha biçilmez yenebilir çubuklarına. Mona Lisa’sıyla beraber Hannibal gibi Alpleri aşarken onların annesini de yanında götürmüştü. Aşıktı spago manciabile’lerine! Bu yüzden de lazanyadan spagetti yapan kocaman bıçakları olan devasa bir makine çizmişti. Fakat baskıya gelemeyen lazanya parçaları çıtır çıtır kırılınca bu da boşa gitmişti. O bu dünyadayken, hiç bir ölümlü spagettileriyle baştan çıkmamıştı, ama o pek de başarılı olamayan icadına pek bir derinden bağlanmıştı. Onları bir gün birililerinin en az kendisi kadar seveceği fikrinden hiç kopmamıştı. O bir Rom ordusunun hayatına bedel olan son yıllarını Cloux’da I. François’nın sarayında geçirip, sanatsal yaratı yanında mutfakta da yaratıcılığını gösterirken bile... Leonardo tüm içtenliğiyle kendine kucak açan, saygı ve sevgiyle ona yanı başında yer ayıran bu gönlü tok kralla Tanrı’nın ona verdiği her şeyi paylaşmıştı: Sınırsız hayal gücü, ayağı yere basan bir yaratıcılık, üstün bir zekâ, hünerli eller, zevkli gözler, her şeyi, her şeyi... Bir tek şey hariç: Kralın bile merakından ölüp kendisine içinde ne olduğunu söylemesi için neredeyse yalvardığı kara kutusunu...”