Şeflik kimliğini mutfakla sınırlamayan Yalçın İnam, gastronomiyi bir ifade biçimi, bir sistem kurma aracı ve toplumsal dönüşüm alanı olarak görüyor. Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı’nda üstlendiği görevle, mutfaktan sahaya, krizlerden çözüme uzanan etkili ve çok boyutlu bir rol üstleniyor.
Yalçın İnam, şefliğin ötesine geçerek kriz yönetimi, sistem tasarımı ve kültürel hafızayla çalışan çok yönlü bir kimlik inşa etti. Bugün, Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı’nda (WFP)üstlendiği görevle, mutfaktan getirdiği becerileri sahada çözüm üretmeye, dayanıklı gıda sistemleri kurmaya ve gastronomiyi toplumsal faydanın hizmetine sunmaya devam ediyor.
Yalçın İnam kimdir? Şeflik yolculuğunda seni en çok etkileyen mutfaklar, kültürler ve insanlar kimler oldu?
Kars doğumluyum. İlk işletmemi 19 yaşımda açtım. Ama yolculuğum sadece bir restoran işletmekle sınırlı kalmadı. Gastronomiye hep daha bütüncül baktım: ‘Tabakta ne var?’ değil, o tabağın arkasında kim var, nasıl bir ekosistem var, onu sorguladım.
Beni en çok etkileyenler; Anadolu’nun taşra mutfakları, Kafkasya’nın göçmen yemekleri ve kriz zamanlarında bir tas çorbayla dünyayı yeniden kurmaya çalışan insanlar oldu. Şefliğimi bu insanların ve bu kültürlerin dayanıklılığı biçimlendirdi. Bugün hala her projeye “hangi sistem iyileşir?” sorusuyla yaklaşıyorum. Çünkü iyi bir şef sadece yemek pişirmez; aynı zamanda çözüm üretir, köprü kurar, umut taşır.
Dünya Gıda Programı (WFP) tam olarak ne yapar? Temel misyonu nedir ve sen bu yapının neresindesin?
WFP, Birleşmiş Milletler’in gıda güvenliği konusundaki en büyük insani yardım kuruluşudur. Temel amacı, dünyada açlığı sona erdirmek. Ama bu sadece “gıda dağıtmak” demek değil. Aynı zamanda krizlere hızlı yanıt vermek, gıdaya erişimi artırmak, tarımsal kalkınmayı desteklemek ve toplumların dayanıklılığını artırmak anlamına geliyor. Ben bu yapının özel sektörle ilişkilerini kuran, stratejik ortaklıkları yöneten bir parçasıyım. Aynı zamanda sahada büyümüş biri olarak, operasyonel tarafla kurumsal yapı arasında köprü oluyorum. Yani hem mutfaktayım, hem masadayım. Hem sahadayım, hem stratejideyim. Bu hibrit rol, bana aynı zamanda gerçek ihtiyacı görme ve kalıcı çözüm önerme şansı tanıyor.
Hem şeflik hem de uluslararası bir organizasyonda görev almak… Bu iki farklı dünya hayatında nasıl bir araya geldi?
İlk bakışta çok ayrı gibi duran bu iki dünya aslında aynı temele dayanıyor: Kriz yönetimi, organizasyon, insan odaklılık ve hız. Mutfakta öğrendiğim en temel şey şuydu: Her tabağın arkasında bir sistem vardır. Aynı sistem yaklaşımını WFP’ye taşıdım. Menü planlaması, tedarik zinciri, kriz anında refleks geliştirme, çok kültürlü bir ekip ile çalışma… Bunların hepsi benim için mutfakta başladı, şimdi sahada ve masa başında devam ediyor.
Buradaki görevinde gıda, sürdürülebilirlik ve toplumsal etkiler ne kadar yer tutuyor? Bu çok disiplinli yapının içinde kendine nasıl bir alan açtın?
Benim işimin tam kalbinde bu üç kavram var: Gıda, sürdürülebilirlik ve toplumsal fayda… WFP’nin saha operasyonlarında kriz anında hızlı çözüm üretirken, uzun vadede sürdürülebilir modeller oluşturmak gerekiyor. İşte o noktada gastronomik sezgi, üreticiyle kurduğum bağ, toplumsal yapıdan anlama becerim devreye giriyor. Disiplinler arası çalışmayı mutfaktan öğrendim. Bugün BM WFP’deki alanımı da bu sayede inşa ettim.
Küresel sorunlar karşısında gastronominin rolü nedir?
Gastronomi bir sonuç değil, bir süreçtir. Toprağın, emeğin, iklimin ve ekonominin içinden geçer. Dolayısıyla gastronomi dünyasının bu krizlerden ayrı durması mümkün değil. Açlıkla mücadelede, israfı azaltmada, biyoçeşitliliği korumada ciddi sorumluluğumuz var.
Gıda israfı, erişilebilirlik, sürdürülebilir üretim gibi alanlarda şeflik deneyimin sana nasıl bir bakış kazandırıyor?
Şeflik bana her ürünün değerini öğretti. Bir tabakta kullanılmayan her parça aslında kaybedilen bir emek demek. WFP’de çalışırken bu farkındalığı taşıyorum. Yerel üreticiyi öncelemek, fazlalık ürünleri sisteme entegre etmek, bölgesel üretimle sürdürülebilir menüler yazmak… Bunlar sahada karşılığı olan stratejiler. Network Fresh gibi modeller bu bakış açısıyla doğdu.
Gastronomiye kültür ve kimlik açısından bakan bir yaklaşımın var. Bu yaklaşım BM WFP’deki kültürel süreçlerine nasıl yansıyor?
Benim için her tabak bir hikayedir. Ve bu hikayeler, kültürel diplomasi için büyük birer araç. WFP’de görev yaparken, bir yemek besleyici olmanın yanında; aynı zamanda güven verici, tanıdık ve onarıcı olmalı. Kriz dönemlerinde sofraya tanıdık bir tat koymak, insanlara “yalnız değilsiniz” demenin en güçlü yoludur. Bu yaklaşım, kurumun sahadaki iletişimini güçlendiren bir araç haline geldi.
Anadolu mutfağının uluslararası görünürlüğünü artırmak için nasıl bir strateji izlenmeli?
Anadolu mutfağı sadece bir yemekler dizisi değil, bir kalkınma ve dayanışma modelidir. Uluslararası görünürlüğünü artırmak için hikayesiyle birlikte sunulmalı. Ürün, teknik, ritüel, kadın emeği… Bunların hepsini taşıyacak bir dil kurulmalı. Uluslararası kuruluşlarda temsil edilmesi; sadece bir kültür tanıtımı değil, aynı zamanda tarım politikaları, göç yönetimi ve kırsal kalkınma bağlamında da bir savunuculuk zemini yaratır.
Diplomasiyle gastronomi birleşince sofralar nasıl bir iletişim aracı haline geliyor? Kültürel yemekler ortak bir dil olabilir mi?
Olmaz mı? Sofra, herkesin eşit olduğu nadir yerlerden biridir. Birlikte yemek yemek, hemhal olmaktır. Diplomatik masalarda çoğu zaman sözlerin çözemediğini, bir tabak yemek çözebilir. Hele ki o yemek, o insanın kimliğine dokunuyorsa. Dolayısıyla sofralar bence dünyanın en güçlü müzakere alanlarıdır.
Mutfakta ve diplomasi alanında insan odaklı çalışmak sana nasıl bir perspektif kazandırdı?
İnsan odaklı çalışmak, her şeyden önce empati demek. Ben hiçbir menüyü Excel’de yazmadım. Hep sahada, insanın gözünün içine bakarak yazdım. Bu deneyimler bana şunu öğretti: Evrensel ilkeler, ancak yerel deneyimlerle anlam kazanır. Ben bu ikisini birbirine bağlayan yerdeyim.
Uluslararası düzeyde çalışmak isteyen genç şeflere ne önerirsin?
Önce niyetlerini netleştirsinler: Şeflik sadece şöhret için mi, yoksa bir etki alanı yaratmak için mi? Uluslararası yapılar disiplin, sabır ve çok boyutlu düşünme ister. Sahayı tanımak, kriz yönetimi, iletişim, analiz… Bunları birleştirebilen şefler öne çıkıyor. Ve en önemlisi: Yemek yapmayı bilmek yetmez, sistemi anlamak gerekir.
Yakın gelecekte seni hangi projelerde göreceğiz? Dünya Gıda Programı’ndaki görevin doğrultusunda yeni hedeflerin neler?
Gıda krizlerine karşı daha hazırlıklı sistemler kurmak istiyorum. Sadece “yardım” değil, “dayanıklılık” üzerine kurulu yapılar… Bir afet olduğunda ilk 24 saatte sıcak yemek çıkarabilen, lojistiğini yerelden sağlayan ve sürdürülebilir modellerle yürüyen sistemler kurmak en büyük hedefim. Aynı zamanda gastronomi alanında sosyal fayda üretmeye devam edeceğim. Mutfak benim için hala en güçlü toplumsal araç.
WFP’de şu anda ‘Private Sector Advisor’ olarak görev alıyorsun. Özel sektör, insani yardım ve gıda sistemlerinde nasıl bir rol oynayabilir?
Bugünün krizleri çok katmanlı, çözüm de çok aktörlü olmak zorunda.
Devletlerin ve uluslararası kurumların tek başına bu yükü taşıması artık mümkün değil. Özel sektörün lojistik kapasitesi, teknolojik altyapısı ve dağıtım ağı hayati önem taşıyor. Ama asıl mesele şu: Sadece kaynak vermek değil, sorumluluğu paylaşmak.
Özel sektörle nasıl bir ilişki modeli öneriyorsun?
Önceliğimiz, bağışla sınırlı kalmayan stratejik ortaklıklar kurmak. Birçok özel sektör kuruluşu sosyal sorumluluk konusunda iyi niyetli ama çoğu zaman yönsüz kalıyor. Büyük bütçeler harcanıyor ama sürdürülebilirliği olmayan projeler ortaya çıkabiliyor. İşte tam bu noktada WFP gibi uluslararası yapılarla iş birliği devreye girmeli. Bizim sahada test edilmiş modellerimiz, uzmanlığımız ve izleme-değerlendirme kapasitemiz var. Bu profesyonellikten faydalanarak, şirketler hem gerçek etki yaratabilir hem de itibarlarını gerçekten anlamlı bir zemine oturtabilir. Yani mesele sadece “yardım etmek” değil, birlikte daha iyi bir sistem kurmak.